Dolar 32,5445
Euro 34,9707
Altın 2.428,30
BİST 9.722,09
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Erzurum 24°C
Az Bulutlu
Erzurum
24°C
Az Bulutlu
Per 22°C
Cum 21°C
Cts 22°C
Paz 22°C

BİR YILDIRIM ÖYKÜ: KONAĞIN FİNOSU

BİR YILDIRIM ÖYKÜ: KONAĞIN FİNOSU
4 Ocak 2021 04:23

RÜYADAKİ özgürlüğümü yatakta bırakıp sokağa çıktım. Günün ilk saatleriydi, sıcacık tarhana çorbası içmek istiyordu canım. Yarı uykulu sokakta yürürken yanı başımdaki havlama sesiyle irkildim. Zayıf, çelimsiz, tüyleri açlıktan ve soğuktan dökülmüş köpeğin görüntüsü kendime getirdi. Aynı gökyüzünün altında yaşadığımız acı ve sevinçlerin adresi buluşturuyordu insan ve köpekleri. Adımlarım köşebaşındaki çorbacıya, düşüncelerim ise çocukluğumun ilk travmasına götürdü…

Bugün yerinde yeller esen dedemin iki katlı konağı Ayazpaşa Mahallesi’nde çıkmaz sokaktaydı. Kabara çiviyle süslenmiş sac kapının pirinç tokmağına dokunmadan bahçesindeki yüksek taş duvarlarla çevrili iğde ve akasya ağacının kokusu dokunurdu varlığıma. Bir de bitişikteki fırından yükselen çıtır simit kokusu. Taş konak, dedemden yaşlıydı. Dedem gençliğinde bir tüccardan satın almıştı konağı. Konak, tehcire tabi tutulan Ermenilerden kalmaydı. Konağın üst kat küçük pencereleri karşıdaki caminin hazresine bakıyordu. Kallavi kırık ve bakımsız mezar taşlarına vuran güneş ışınları ardından o küçücük pencerelerden konağın odalarına düşerdi. Dedem eski topraktı. Esnaftı. Depremden korkardı.  Yaklaşık 300 kişinin enkaz altında can verdiği yüzlerce evin yıkılıp, ağır hasar gördüğü 1924 depremini yaşamıştı dedem. Yaşadığı o ağır yıkımın etkisinden hiç kurtulamadı dedem. Konağın olası şiddetli bir zelzelede yıkılmasından ve çoluk çocuk herkesin enkaz altında kalacağından korktuğu için Kızılay’ın dağıttığı ve her nasılsa bir yerden temin ettiği çadırı bahçeye kurmuştu. İğde ve akarsa ağacının arasında kirli beyaz üzerinde Kızılay  çadırına bakarken hep o çadırın içinde yaşamayı hayal etmiştim…

Konağın bahçesi çiçek ve çimen fakiriydi. Annem ve 4 teyzem taş duvarlar arasında çiçekten yoksun büyümüştü. Kargaların bile uğramadığı bahçenin tek neşesi bichon bolognese cinsi erkek finoydu. Cinsinin bütün özelliklerini taşıyordu. Beyaz uzun, gür dalgalı tüyleri ve Marmara zeytinini andıran siyah iri gözlerini unutmam mümkün değil. Bu güzel finonun yaşını bilmiyordum ve merak da etmiyordum. Çünkü çok korkuyordum finodan. Normalde duygusal, sevgi dolu, canlı ve neşeli olması gereken fino çok agresifti. Sahibinin sevgisinden yoksun dört duvar arasında bir mahkumdu. Çok iyi işiten kulaklarıyla her zaman beni hayret içerisinde bırakıyordu. Yine bir sıcak ağustos ikindisinde annemle, anneannemi ziyarete gittiğimizde daha kapının pirinç tokmağına elim uzanmadan, evin kiler katında tutulan finonun havlama sesiyle irkilirdim. Anneannem ya da çoğu zaman bekar iki teyzemden birisi içeriden yumuşak ve tiz sesle kapıyı ‘Kim O’ diye seslendikten sonra teyzelerimden birisi, loş holün ahşap merdiven altındaki kilere finoyu kilitlerdi. Sonra kapıyı açardı. Ben ise ‘Eze köpeği bağdınız mı’ dedikten hemen sonra annemin ve teyzemin arasında korku içerisinde hızla giriş katındaki oturma odasına geçerdim. Odaya geçmemizin ardından teyzem ya da anneannem finoyu kilerden bahçeye çıkartırdı. Temiz ve güneşli havanın tadını çıkartan fino bir sağa bir sola havlayarak koşuyordu. Pencere camının ardından ürkerek finoya bakar, camı tıklatarak finoyu kızdırırdım. O ise pencerenin dibine gelir 30 santimetrelik boyu ile cama doğru sıçrayıp havlayarak korku dolu eğlencem olurdu.  Bu sırada kök boya halının üzerinde bizimkiler limonlu, açık çaylarını İstanbul şekeri eşliğinde keyifle yudumluyor olurdu. Çıkmaz sokağın başındaki çeşmeden, taşınan kaynak suyundan demlenen çay bütün yorgunluklarını alıyordu.

Fino, dedemin kucağında daha enikken konağa getirilmiş. Anneannem evde köpek görmekten, beslemekten hoşlanmadığını söylemiş. Ama dedem eski Osmanlı. Kadın ağzıyla mı yaşayacaktı. ‘Avrat bu it yediklerimizin artıkları ile beslenecek. Bekçisi köpek olan eve hırsız girmez. Bu ite iyi bakacaksın. Bak bir oğul doğurmadın, erkek evlat kucağıma veremedin ama sana oğul gibi bir erkek köpek getirdim. “ demiş. Erkek çocuk doğuramamanın ezikliğini yaşayan anneannem yavru finonun varlığını çaresizlik içerisinde kabullenmiş.

Finonun tatlı, öfkeli havlamalarını yıllarca korku ve heyecan içerisinde dinledim. Çok sevmeme rağmen korkumdan bir gün olsun o güzel, kabarık beyaz tüylerini okşayamadım. Korkum, sevgime, dokunmama engel olmuştu. Biraz da teyzelerimin, dedemin anneannemin suçu da vardı bu sevdiğim köpeği dokunamamakta. Bir çocuğa, torunlarına neden köpeklerini sevdirmemişlerdi. Neden köpeklerini torunlarının ve başkasının da sevmesine, dokunmasına, okşamasına izin vermemişlerdi ki… Ne korkunç bir kıskançtı yaşanan.

1978 yılının eylül ayında büyük teyzem Zühal’e görücü gelecekti. 30’una merdiven dayamış büyük teyzemin talihi çıktığı için bütün aile sevinmişti. Damat adayının annesi bir gün önceden haber göndermişti anneanneme. Öğleden sonra vakitleri müsait ise bir fincan kahve içmeye geleceklerdi. Anneannem de ‘buyur’ etmişti. Şengül Hanım, görümcesi Nesrin ve büyük kızı Betül ile çıkmaz sokaktaki taş konağın kapısına dayanmışlardı. Sac kapının arkasında ve önündeki herkeste tatlı heyecan vardı. Şengül Hanım sac kaplamalı ahşap kapının soldaki bayanlara tahsis edilmiş olan ince sesli tokmağını ‘Haydi Bismillah. Allah hayırlısını nasip eylesin’ diyerek iki kere vurdu. Kapıyı küçük teyzem açtı. Misafirler içeri davet edildi. Misafirlerin altına yün minder konuldu. Zühal teyzem İran porseleni fincanlarda görücülerine kahve ikram etti. Ardından kuş lokumları eşliğinde sohbet akşam ezanına kadar devam etti. Bitişikteki Cami’nin minaresinden müezzin efendinin akşam ezanını okumasıyla misafirler gitti. İki hafta sonra yine bir akşam ezanı sonrasında damat adayının ailesi ellerinde buket çiçek ve çikolata ile prinç tokmaklı kapıyı çaldı. Bayramlık giysileri ile Zühal teyzem kapıyı açtı. Görücüler üst kattaki misafir odasına buyur edildi. Teyzeme söz kesildi. Orta şekerli kahveler içildi. Benimse içimde garip bir sıkıntı vardı. Bir dostu, arkadaşı, görememenin sancısını yaşıyordum. Üst kattaki odada içilen kahvenin kokusu alt kattaki odaya kadar geliyordu. Bense küçük kardeşim Tuğrul’la misafirler için yapılan kek ve pastalardan payımıza düşeni, radyoda arkası yarını dinleyerek yiyorduk.

Fino’nun sesini duyamıyordum. Kiler kapısı açıktı. Bahçede fino görünmüyordu. Her halde dışarı salmışlardı ya da komşunun bahçesine bırakılmıştı. Söz kesildikten, yeni dünürler gittikten sonra konaktan ayrıldık. Herkes mutluydu, en çok da Zühal teyzem. Ama küçük teyzemin ve anneannemin tebessümlerinin ardından bir hüzün saklıydı çözemedim. Kabara çivili sac kapının arkamızdan kapandı, paslı demir zırzanın sesi çıkmaz sokakta yankılandı..

Sokağın başındaki çöplükte beyaz bir yün yığını dikkatimi çekti. Sonbahar yağmurları zamanında yağıyordu. Teyzemin 6 ay sonra düğününü yaptık. Düğün salonunda nikah kıyılırken küçük teyzem kulağına eğilerek, sessizce, “Sana bir sır vereceğim ama kimseye söylemeyeceksin tamam mı? Dedi. Ben de ‘erkek sözü’ dedim. Teyzem, zafer kazanmış komutan edasıyla ”Annem finoyu, zehirleyip öldürdü. Biliyorsun anneannen finoyu hiç sevmiyordu. Dünürlerin köpek beslenen evden kız istemeyeceklerini, bizden uzak duracaklarını babama söyledi. Babam itiraz etti. Ablamın mutluluğu, evde kalmasının önüne geçebilmek için finonun zehirle öldürülmesine çaresiz sessiz kaldı. Dünürlerin söz kesmek için geleceği günün gecesinde finoyu zehirledik. Zehirli eti yedikten sonra titredi, kıvrandı, huysuzca havladı. Yarım saat içerisinde de kasılarak can verdi. Ben de bacağından tuttuğum gibi çöpe attım. Sakın üzülme. Artık konağın içerisinde ve bahçesinde rahatça koşup oynayabilirsin, hatta çadırda da yatabilirsin” dedi. Ben ise düğünden sonra konağın kapısını bir daha çalmadım.

Düğünden 4 yıl sonra teyzem kanserden öldü. Teyzemin peşinden 1 yıl sonra da anneannem trafik kazasında vefat etti. Dedem ise yaşadığı ayrılığın duygusal yıkımını ölene kadar erkek torunlarını severek bastırmaya çalıştı.

Garsonun “Çorbanız her zamanki gibi tarhana mı olsun” sözleriyle kendime geldim. Çorbacıdan çıktıktan sonra şehrin ara sokaklarında  sevmek, özür dilemek için uzaktan da olsa bir sokak köpeği aradı gözlerim.

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.