BUGÜNKÜ neslin hiç bilmediği ve hatırlamadığı ilginç simaları vardı Erzurum’un. Bunlardan en bilindik olanı, belki bir zamanlar Cumhuriyet Caddesi’nde stüdyosu bulunan Foto Halis’in vitrinini süsleyen o sempatik fotoğrafından olsa gerek, Omo Kemal olarak tanınan kişiydi.
Sadece Omo Kemal değildi Erzurum’un caddesinde, sokağında sıklıkla rastlanılan ilginç tipler.
Mesela, sırtında albay üniforması, başında şapkası ile dolaşan herkesin “Pottik Şefiğe” diye seslendiği, çok sevimli, kısa boylu bir kadın…
Elinde değneği ile dolaşan, sinirlendiğinde yumruğunu sıkıp, sağ elinin başarmağını ısırarak, bağıran, kimseye zararı dokunmayan Mamo…
İsmi “Leyla” olduğundan mıdır bilinmez, herkesin “Lelo” diye bildiği, iki gözü ama bir kadın…
Sırtında cakkılı ile gün boyu evlere su taşıyan Naim emi…
Ve Eşo, o farklı tip ve kişiliklerden birkaçıydı.
Sosyal medyada paylaştığı fotoğraf ve yazdığı biyografi türü yazılarıyla dikkati çeken Tacettin Özonur’un kaleme aldığı “Eşo Lilli Portakal” yazısını, tarihe not düşme adına sayfamızda paylaşalım istedik.
İşte o yazı:
EŞO LİLLİ PORTAKAL
NE güzel bir isimdir EŞO.
Eşref’in kısaltmasıdan türemiş.
Rabbim insanı, Eşref’i mahlukat olarak yaratmış.
Yani, yaratılmışların en şereflisi,
en hayırlısı olarak.
Tebrizkapının Eşref’i mahlukatı, hayırlısı’da,
Asıl İsmi Eşref’in,
Namı diğer adı, EŞO idi…
Tebrizkapıda bulunan,
İstikamet ekmek fırını önünde,
Ey limon
sulu limon
Çaya, çorbaya, kıymaya limon diyerek, sofralara lezzet katmaya çalışan, çoluk çocuğunun rızkını limon suyundan çıkaran bir babanın oğlu olarak,
Gavurboğanda 1933 yılında dünyaya gelen Eşref,
Takdir’i İlahi, kaderin bir yazgısı olarak, anadan doğma diğer insanlardan farklı olarak doğmuştu.
Genellikle bu farklılığa toplumda deli lakabı takılsa da,
EŞO’ya kimse deli demezdi.
Tebrizkapının gülü,
Eşref’i Behlülünün adı,
Eşoydu işte…
Herkes tarafından çok sevilen korunan, adete dokunulmazlığı olan renkli bir sima idi. EŞO…
Sabah akşam çarşıda dolanır, gözünden akan yaş hiç eksik olmaz, kendi haline mi ağlardı, bizim halimize mi ağlardı,
orasını da, Allah bilir.
Hani bazen deriz ya,
Keşke hep çocuk kalsaydık,
Hiç büyümeseydik diye.
İşte Eşo’da hep çocuk kalan büyümeyen, o saflardandı.
Eşo’yu kandırmak çok kolaydı, Desen’ki, Eşo anan evde seni çimdirecek, hemen ayaklarını yere vurup, başlardı ağlamaya.
Eşo sudan çok korkardı, önünde küçük bir su birikintisi olsa, geçemez, başlardı sesli ağlamaya.
Hemen çevreden birisi yetişir, elini tutar, Eşoyu sudan geçirirdi.
Eşonun en büyük korkularından biri de Yoncalıktan Tebrizkapıya gelirken Mısır oteli önünde eğleşen Nari Abonun mıntıkasından geçmekti.
Abo, Eşonun gelişini görür görmez hemen önüne çıkar, gülerek kolundan çekiştirip oyun oynar, hayatında ilk defa birine üstünlük sağlamanın hazzını zevkini yaşardı.
Eşo bundan hiç hoşlanmaz, hemen başlardı ağlamaya.
Çevreden bir esnaf yetişir,
Aboya kızarak, uzaklaştırır,
Eşonun koluna girerek, teselli edip, kurtarırdı Abodan.
Lilli Portakal,
Eşonun olmazsa olmazı, adeta yaşam enerjisiydi.
Neydi? Bu Lilli Portakal…
Eşo için niye bu kadar değerliydi,
Nereden çıkmıştı…?
Anası Eşoya çocukken küçük bir oyuncak yapmıştı. Oyuncakta çaputtan, yani bez paçalarından sarılı, portakal büyüklüğünde, top şeklinde,
basit bir oyuncak. Bu oyuncak
EŞO’nun lilli portakalıydı.
Hani demiştik ya, hiç büyümeyen, hep çocuk kalan saflardan diye.
Eşo’da bu çocukluk oyuncağını çok sever, sürekli koynunda taşır, yanından hiç ayırmazdı.
Nasıl sevmesin ki anası küçükken bu lilli portakal ile Eşoyu elemiş, belemiş, uyutmuş. Ağlayınca teselli etmiş, oynatmıştı.
Lili Portakal Eşonun en yakın arkadaşı, anası olmuştu artık.
Çocuklar bazen elinden kaçırıp,
Eşo Lilli Portakal diye kızdırarak, Ağlatırdılar Eşo’yu.
Eşoda, lilli portakalını geri almadan asla susmazdı.
Eşonun sahibi çoktu, bütün çarşı esnafı kendi evladı gibi sever, sahip çıkar, korurdu Eşoyu.
Çarşıda gözünden akan yaş, Ağzından akan şoğurtla tanıdık EŞO’yu.
Eşo büyüdükçe Eşonun namı da büyüdü, bütün Erzurum’a yayıldı.
Herkes EŞO’yu tanır, bilir oldu.
Tebrizkapı, Erzincankapı, Gürcükapı, Yenikapı, Gölbaşı, Mahallebaşı artık her çarşının vardı bir Eşosu …
EŞO bu kadar yere nasıl yetişiyor, nasıl görünüyordu orasınıda,
Allah bilir.
Gel zaman git zaman,
EŞO’nun adı,
Türkiye sınırlarını da aştı.
Eşoyu Hac’da görenler,
Kıbrıs savaşında görenler,
İstanbul boğaz köprüsünde
görüp yeminle anlatanlar,
Eşo için veli, keramet sahibi diyenler, daha neler, neler.
Eşo artık gönüllere girmiş, tahtını kurmuştu bir kere.
Erzurum insanı, sevdimi bir insanı onu yüceltir, payelerin en güzelini bolca vermekten asla imtina etmezdi.
Annemden dinlediğim bir anı…
Anne annem dedem askerdeyken, bir gün Saray hamamına gelmiş, yıkanmış çıkmış.
Saray hamamını bilenler bilir.
Gavurboğanda.
Zaten Eşonun evi de hemen arka sokaktaydı.
Anne annem yokuştan aşağı Eşonun ağlıyarak geldiğini görmüş.
İçinden hemen bir dilek tutup kenara çıkıp beklemiş.
Hüsamettin, yani dedem,
Acaba askerden ne zaman gelecek diye.
Eşoda eğilmiş yerden bir taş almış,
Saray hamamının duvarına vurarak,
işte gelecek, işte gelecek diyip,
çu,çu yaparak, tren olmuş gitmiş.
Anne annem eve gidince,
Dedemi o gün, evde makatta oturur görmüş.
“Hüsamettin nasıl geldin!!”
Diye, hayretle sormuş.!!!
Dedemde: trenle geldim demiş.
EŞO Tebrizkapı için bir bereket, varlık kaynağı idi. Çarşı esnafı Eşonun dükkanına gelmesini, malından yemesini, dokunmasını dört gözle bekler, arzu ederdi.
EŞO’yu yedirmek, içirmek, giydirmek için adeta fırsat kollardılar.
Eşo’ ya kimse dokunmaz, kendi haline bırakırdı. İstediği dükkana girer çıkardı.
Eşonun belli başlı oturduğu kahvehaneler vardı. Her kahvede Eşonun özel bardağı, maşapası, kupası olurdu.
Tebrizkapıda Şefik Gökler’in kahvesi onun en sevdiği, vaz geçilmez mekanıydı.
Kahveci Şefik emi’ de onun dilinden anlar, yolunu gözlerdi.
Eşo kahveye gelince,
“Ola Şefiğ” diye,
Belli belirsiz ağlamaklı
bir sesle seslenir.
O’da,
“Ne ola, geldin mi?
Henno’nun oğlu” der,
Elinden tutar oturtur, başını okşar,
Eşonun gönlünü alırdı.
Eşo bağdaş kurup oturunca,
Tatlı çayı, fırından lavaş ekmeği, beyaz peyniri, önüne gelirdi. Çayına bolca kesme şeker atarak, çay kaşığı ile uzunca bir süre, yaylana yaylana karıştırırken,
çayın yarısı zaten dökülürdü.
Eşonun çok sevdiği şarkı,
Hoppa nanay, ninanay plağıda çalmaya başlayınca,
Dadaşımın keyfi yerine gelir, bağdaş kurup oturduğu yerde, sallana, sallana mırıldanır, şarkıya eşlik eder, neşelenirdi.
Şarkı bitince Eşo huysuzlanır,
bir daha, bir daha derken şarkı defalarca çalınırdı.
EŞO genellikle her cuma günü Abdurrahman Gazi Türbesine, kendi başına yürüyerek ziyarete giderdi.
Yine soğuk bir kış günü,
Türbeye ziyarete giden Eşo,
Türbe kapısının kapalı olmasından dolayı kapıya vurarak, Abdurrahman Gazi Hazretlerine ağlıyarak seslenir.
Aç, aç ben geldim Eşo, diyerek, saatlerce kapıyı açmaya uğraşırken, bölgeyi kontrole giden jandarma ekiplerince perişan bir halde, donmak üzereyken bulunarak hastahaneye götürülür,
tedavi gördüp iyleştikten sonra evine teslim edilir.
Bir müddet sonra hasta olan annesi de vefaat edince, iyice sahipsiz kalan Eşo, belediye ekiplerince Elazığ Ruh ve Sinir hastalıkları hastanesine gönderilse de, kısa bir zaman sonra Eşo, 1983 yılında,
Elli yaşındayken Rahmet’i Rahman’a kavuşarak hayata veda eder.
Eşonun ölümü çarşıyı yasa boğarken,
Bir seveni şöyle diyordu.
“Yoğ ağabeyi inanmayın”
“Eşo ölürmü heç”
“Kim bilir gene nere gitmiştir”
Evet doğru demiş.
Kimbilir gene nere gitmiştir,
Cennetin hangi köşküne
gitmiştir Eşo…
Kadim şehir Erzurum’un bir ruhu ve kimliği vardır.
Onu yaşatan, tarihi, kültürü ve sanatı olduğu kadar,
Delisi, Velisi, Evliyası,
Hekatı, Efsanesi ile birlikte,
Mahallesi, sokağı, caddesi,
Türküsü, manisi, aşı ekmeği,
hepsi bu manada çok kıymetli ve anlamlıdır.
Bu değerlere hep beraber sahip çıkarsak, şehrimizin ruhunu, gelecek nesillere aktararak yaşatmış, kimliğini korumuş oluruz.
Yıkar, döker sahip çıkmazsak, şehir bizim şehrimiz olmaktan çıkar,
Biz şehre yabancı,
Şehir bize el olur.
Eşo gibi niceleri geldi geçti bu şehirden.
Nare Abo, Durak, Pottik Şefiğe, Yosso, Dolma Nene, Şeker Tozu, Gullebi Turan, Omo Kemal, Sucu Nayim, Kassap Mustafa, Saat kaç Ali, Hamid’i gıllo
Ṇeki varsa hepsi..
Sizler gönüllerde bıraktığınız
sevgi ve muhabbet ile, bu şehrin hafızasında iz bırakıp gittiniz.
Bizler, yiyip içip bu dünyanın sefasını sürerken,
Sizler kahrını cefasını çekip, bu alemden alacaklı olarak göçüp gittiniz.
Hepimiz borçluyuz size,
Hakkınızı helal edin bize.
Yarın ruh’i mahşerde karşılaşırsak,
Bizi unuttun,
Demiyeseniz diye,
Hatırlattım sizi…
Mekanınız cennet olsun
İnşallah…