O GAZETECİLERİ Yanımda Çalıştırmam
ÖZTÜRK Akkök deyince, durup düşünüyorum… Kendisine hangi soruları sorsam? Renkli bir kişiliği var. Beni en çok cezbeden yönü fotoğrafa olan ilgisi. Duayen bir gazeteci. Takip ettiğim kadarıyla ara sıra şiirler de yazıyor. Hatta “Erzurum, Anadolu’nun özü / Emrah’ın sözü, Reyhani’nin acılı yüzü / Sümmani’nin ağlayan gözüdür…” diye başlayan şiiri, internet ortamında çok insan tarafından seslendirilmiş haliyle “en çok okunan” Erzurum şiirlerinden birisi. Şiir ve fotoğraf konusuna geleceğim ama önce o klasik soruyu yönelteyim: “Öztürk Akkök kimdir?” kendinizi bize anlatmak isterseniz neler söylemek istersiniz?
Bugün bina adına eskilerden hiçbir şeyi, küçük bir izi bile kalmamış, hatta adı bile silinmiş; sanki nefesi kuvvetli birisinin “Yıkıla, yok olasın” beddualarına muhatap kalmış, dolayısıyla yok olmuş, daha doğrusu yok edilmiş Dere Mahallesi’nde, 31 Ağustos 1958 tarihinde, ataerkil bir ailenin üçüncü kuşağının ilk ferdi, dedemin ilk torunu olarak dünyaya gelmişim.
Toprak damlı, bahçeli bir evde; babası, annesi, ağabeyi ve kız kardeşi ile birlikte yaşayan, ilkokulu ancak bitirebilmiş, bir süre manavlık yapmış, sonrasında Erzurum Belediyesi’nde çalışmaya başlamış, ileriki yıllarda tercihini sendikacılıktan yana kullanmış bir babanın, Mürsel Akkök’ün 4 çocuğunun ilkiyim.
En alt başından en yukarılara kadar aynı mahallede yaşayan, biri birlerini yakından tanıyan, maddi varlığın yokluk düzeyinde, insani zenginliğin tavan yaptığı, hayat şartlarının insanlara çok şey öğrettiği, paylaşımın nasıl güzel bir davranış biçimi olduğunun yaşanılarak anlaşıldığı, büyüklere saygının açık seçik gösterilmesi, gizlenmemesi, saklanmaması gereken bir erdem olarak görüldüğü Dere Mahallesi’nde çocukluğumun geçmiş olmasının büyük bir nimet olduğunu; ben ve benim gibi aynı havayı teneffüs etmiş, aynı toprak bacalarda oynamış, tozlu sokaklarda meşin kısmı parça parça olmuş bir futbol topunun peşinde koşma mutluluğu yaşamış çocukları olarak, hayata atıldığımızda anladık.
Bugünlerde okul özelliğini kaybetmiş Erzincankapı’daki Cumhuriyet İlkokulu’nda başlayan öğrencilik hayatım, Makina Teknik Lisesi’nde devam etti, Atatürk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde noktalandı.
Üniversite yıllarında stajyer olarak başladığım gazeteciliği, ilerleyen zaman içinde kendime meslek olarak seçtim. İşimi büyük bir keyif ve hassasiyetle sürdürüyorum.
ASIL mesleğiniz gazetecilik… Çekirdekten yetişme birisisiniz. Ustaların yanında, gazetelerin siyah-beyaz yayınlandığı dönmelerde mürettiplikten başlayan bir süreç; gazete sahibi olarak yayıncılık, ulusal gazetelerden Hürriyet ve Milliyet’te geçen yıllar… O eski günler içi neler söylemek istersiniz? O günlerin gazete ve gazeteciliği ile bugünü karşılaştırdığınızda nasıl bir tablo çıkıyor ortaya.
Önce küçük bir düzeltme ile başlayayım söze: “Mürettip” kelime anlamı itibarı ile “düzenleyen, sıraya koyan, hazırlayan” demektir. Tek kelimelik tanımla; dizgici! Çok eskiden, dizgi makinelerinin henüz basın hayatına girmediği, hele bilgisayarın adının bile bilinmediği yıllarda gazeteler, “hurufat” denilen kurşun harflerle el ile dizilirdi. Ben hayal meyal o günleri hatırlıyorum.
İçi küçük kurşun harf dolu kasanın başında, inanılmaz el hızı ve çabukluğu ile önündeki haberin dizgisini yapan kişiydi mürettip. Ben mürettiplik yapmadım, matbaada da çalışmadım. Ama Doğu Ekspres Gazetesi’nin, dolayısıyla basıldığı mütevazı tesisin sahibi olarak matbaanın ve gazetenin kokusunun ne olduğunu iyi bilirim.
Hürriyet Gazetesi Erzurum Bürosu benim ilk mektebim! 1980’li yılların başında o büroda önce “kaşeli” yani kadrosuz, bir diğer deyişle yayınlanan haber başına ücret alan bir muhabir olarak göreve başladım. Belki 6, ya da 7 yıl kadar kadrosuz çalıştım. Sonra Hürriyet bana, gösterdiğim başarıdan dolayı, askerlik görevimi yapmamış olmama rağmen kadro verdi. Şimdi nasıl bilmiyorum ama, o yıllarda Hürriyet, prensipleri gereği askerliğini yapmamış bir elemanı kadrolu olarak çalıştırmazdı. Ama ben, hem de 212 sayılı yasaya tabi bir kadroya alındım. Öyle ki, askere gittiğimde gazete bana maaşımın yarısını ödemeye devam etti.
Hürriyet ve Milliyet’in sahiplerinin ayrı olduğu yıllarda bir ara Milliyet’te Bölge Temsilcisi olarak görev yaptım. Zannediyorum 1985 yılıydı. Çok iyi pozisyonum vardı. Ama Hürriyet’te, yerli yerine oturmuş, kurumsal kimliğini elde etmiş bir gazetede çalışmış olmanın tadını alan birisi olarak Milliyet bana çok yavan gelmişti. Sonrasında Hürriyet’e, aldığım davet üzerine geri döndüm.
Tabi ister Hürriyet’te, ister Milliyet’te ya da diğer gazetelerde olsun, herkes haber yapmak ve biri birini atlatmak için yarışıyordu. Çünkü çalışanlar asli görevlerinin “habercilik” olduğunun bilincindeydi, üretiyorlardı, üretmek zorunda olduklarını biliyorlardı.
Dün ile bugün kıyaslanamaz, kıyaslanırsa haksızlık olur! Bana göre dünün gazeteciliği ile bugünün gazeteciliği arasında siyah ile beyaz kadar bariz bir fark var.
Ülke genelinde üreten, ürettiği ile öne çıkan gazeteci, haberci, hatta foto muhabiri yok denecek kadar az. Herkes gazetecilik yaptığını zannediyor, oysa yapılan gazetecilik değil, yapılan habercilik hiç değil, bence yapılan “dedi, dedi ki” kolaycılığından başka birşey de değil
Git bir yetkili ile, bir başkan ile konuş, sonra gel otur “falanca dedi ki” diye yaz, al sana haber!
Oh ne güzel!
Büyük konuşmuyorum; Anadolu’nun bir küçük şehrinde mütevazı ölçülerde yerel gazete çıkartmış birisi olarak, bugün Ankara’da, İstanbul’da “yazılı basında” habercilik yaptığını zanneden, hatta yorum yapan, köşe yazısı yazan müsveddeleri ben yanımda çalıştırmam.
Bazen FOX TV’de, Çalar saat Programı’nda İsmail Küçükkaya’nın ekrana taşıdığı gazete sayfalarına bakıyor, hayretler içinde kalıyorum. Sayfa tasarımları, haber başlıkları ve kullanılan fotoğraflar bana inanılmaz derecede ilkel, sıradan ve çok basit geliyor. Hem de bu devirde ve de teknolojik imkanların genişliğine rağmen!
Televizyon haberciliği yapan gazeteciler için birşey diyemem. Çünkü televizyon haberciliği benim kulvarımın ötesinde bir yerde.
ŞİMDİ yayıncılığınızı internet ortamında sürdürüyor, erzurumdanhaberler’de önemli haberlere imza atıyorsunuz. Erzurum’un, Erzurum insanının sorun ve sıkıntılarına çokça tercüman oluyor, kimi zaman zülfiyâre de dokunuyorsunuz. En son Erzurum Kalesi’ndeki tarihi topların başka ile naklini, oluşturduğunuz kamuoyu baskısıyla engellediniz. Bu yayınlarınızı tasvip edenler ve destekleyenler olduğu gibi, size tepki duyanlar da oluyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz. Gazeteci nasıl olmalı? Öncelikle neyi gözetlemeli? Yayınlarda ki önceliğiniz nedir? Ben şunu görüyorum. Bilmem yanılıyor muyum. Öztürk Akkök’ün önceliği sevdalısı olduğu Erzurum’dur. Gözlemlediğim kadarıyla Erzurum deyince akan sular duruyor.
Şairin biri, isminin hatırlayamıyorum bağışlasın beni; “Herkes bir başka sever yurdunu” demiş ve eklemişti: “Anayurdum, baba yurdum Erzurum!”
Erzurum, üzerine titrediğim, gözüne toz dahi kaçsın istemediğim, çok özellikli bir il, benim için ise ilin ötesinde bir yer; bir yurt, bir yuva!
Dahası; Allah’ın yığınla güzelliği ve ayrıcalığı bahşettiği, doğduğum, mensubu olmaktan büyük gurur duyduğum, toprağıyla yoğrulduğum, kültürü ile biçim aldığım bir şehirdir Erzurum.
İnsani özellikleri üst düzeyde olan, kültürü, inancı, beşeri ve sosyal ilişkileri ileri boyutta bir şehirde doğmuş, büyümüş; yetmemiş “kolej”i andıran Hürriyet Haber Ajansı Erzurum Bürosu’nda; o büroda görev yapan gazeteciliği kendilerine meslek edinmiş, “işlerini en iyi şekilde yapma uğraşı veren” ustaların arasında biçim almış olmanın ayrıcalığını zaman içinde yaşadığımı söyleyebilirim.
İşlerinin hakkını vermeye çalışan insanların arasında yoğrulan birisi olarak, kendime örnek aldığım Kadir Sabuncuoğlu ve Süreyya Çarbaş gibi ustaların açtıkları yolda yürümeye, mesleğimi en iyi şekilde yapmaya, üretmeye, vatandaşın sesi, gözü, kulağı olmaya bugün de azami ölçüde gayret gösteriyorum. “Bugün de” diyorum, çünkü halen daha muhabirlik yapıyor, haber üretiyor, mesleğimi devam ettiriyorum. Ülke genelinde 64 yaşında, fotoğraf makinesi elinde haber kovalayan bir muhabir var mıdır, bilmiyorum. Ama ben varım. Bana yaşadığım güzellikleri bahşeden Allah’a hamd ediyorum.
“Gazeteci nasıl olmalı?” sorusunun cevabı, sorunun içinde var.
“Gazeteci” haberin kokusunu alan insandır.
Haberin kokusunu alır almaz, iz sürmeye başlayan, araştırma yapan, okuyucunun istediği tüm unsurları bir araya getiren, topladığı bilgileri haber dili ile anlaşılır şekilde yazan, masal anlatmayan, kendini savcı ya da hakim yerine koymayan, entelektüel bilgi ve birikime sahip, yaşadığı coğrafyanın özelliklerinden haberdar, kültür dokusu ile uyumlu kişi, benim nazarımda gazetecidir.
Bu özelliklere sahip bir basın mensubunun vatanın, milletin bölünmez bütünlüğünü gözetmesi, elbette ki onun asli görevi olmalıdır. Tabi haberleri yazarken gazetecinin tarafsız kalması, ağır gelsin diye terazinin bir kefesine parmağını dokundurmaması da bir diğer önemli şarttır.
Benim yayıncılık ilkelerim arasında öncelik Erzurum’undur. Çünkü ben, “yerel” gazeteciyim, dolayısıyla yereli ilgilendiren haber, yazı, yorum ve fotoğraflara ağırlık vermek, öncelik tanımak zorundayım. Gerek Doğu Ekspres Gazetesi’ni yayınladığımız günlerde ve gerekse şimdi kullandığımız bütün haberlerin özünde Erzurum vardır, ötesi bizim için haramdır!
Gazeteci olarak zaman zaman “aşağı tükürsem sakal, yukarı tükürsem bıyık” sarmalına yakalandığımız olmuştur. Yazdıklarınızla siz birilerini memnun ederken, birilerini de incitebiliyorsunuz. Eğer beyninizin kıvrımlarında bir hinlik, bir cinlik yatmıyor, hele de yaptığınız işin hakkını verme çalışıyorsanız sorun yok demektir.
Beni herkesin sevme gibi bir mecburiyeti yok. Zaten herkes tarafından seviliyorsanız, bir yerde sıkıntı var demektir. Ben, insanlardan sevgi değil ama, yaptığım işe saygı göstermelerini, yeri geldiğinde destek olmalarını beklerim. Böyle bir davranış biçimi, benim değil aslında bu şehirde yaşayan insanların ve memleketin lehinedir, menfaatinedir.
Anadolu’da sosyal ve ekonomik yönden ciddi kalkınma göstermiş şehirlere göz attığınızda, o şehirlerin basın, yayın organlarının çok güçlü olduğunu görüyorsunuz.
Gazeteler, televizyonlar, yayın yaptıkları yerlerde otokontrolü, yani özdenetimi halk adına sağlayan kuruluşlardır. Bugün Erzurum, Anadolu Kaplanları diye sınıflandırılan gelişmiş illerin çok çok gerisine düşmüş ve hatta “ilçeden dönme” iller ile kıyaslanır hale gelmişse, bunda ciddi ve güçlü basın yayın kurumlarına sahip olmamasının, olamamasının da rolü fazlasıyla vardır.
GELELİM can alıcı soruya! “Erzurum” deyince neler söyleyeceksiniz? Erzurum sizin için ne anlam ifade ediyor?
Bu soruya çok yalın, çok sade bir cevap vermeye kalkarsanız, “Erzurum, ülkenin 81 vilayetinden birisi” der, geçersiniz.
Ancak böylesine yavan bir tanım yapmakla siz Erzurum’a haksızlık etmiş olursunuz. Erzurum, bu şehrin değerlerinin farkında olan insanlar açısından “derinliklerinde mücevher dolusu sandıkların bulunduğu bir derya, bir deniz”dir!
Aslında siz Erzurum’a hangi gözle bakıyor, ya da ne arıyorsanız, bu şehir işte o.
Yani aradığınızı şöyle ya da böyle bulabileceğiniz bir memleket, bir verimli coğrafya, medeniyetlere ev sahibi olmuş bir kültür şehridir Erzurum.
Kışı çok uzun, sert ve soğuk geçen bir iklime sahip Erzurum, buraya gelmeyen, buraları görmeyen, bilmeyen, sadece televizyonlardan gördükleri, duydukları veya okudukları kadarı ile amel etmeye kalkanlar açısından “yaşanmaz” bir şehirdir burası.
Ama böyle düşünüp de Erzurum’a okumak, görev yapmak, ya da ne bileyim başka nedenlerle, mesela evlenerek gelen insanlar, bu şehrin hiç de korkulacak bir yer olmadığını görür, anlar ve severler.
Kimilerinin “Erzurum’a gelen ağlar, giden ağlar” sözünü tekerleme gibi söylemesi boşuna değildir.
Evet, Erzurum’a şu ya da bu nedenle gelme zorunda kalan insanlar, gelirken kışı ve soğuğu nedeniyle kaygılanıp, “mahrumiyet bölgesine gidiyoruz” endişesi ile ağlaya sızlaya gelir, ancak burada çok rahat, keyifli bir hayat sürer, kalıcı dostluklar edinir, geri dönerken de bu defa bulduklarını geride bırakıyor olmanın üzüntüsü ile ağlaya ağlaya yola çıkarlar.
Erzurum bir kış kentidir, inkâr etmenin alemi yok. Kaldı ki, bu bir özelliktir, ayıplanacak, utanılacak bir tarafı da yoktur. Bizim buralara bahar geç gelir, yaz erken gider.
Mayıs ayında, karın kalkmasıyla birlikte tabiatın coştuğuna tanık olur insanlar. Abartısız bin bir çeşit, renk renk, desen desen bitkiyle, çiçekle bezenir, süslenir tabiat. Bu nedenle mesela müthiş kaliteli bal olur Erzurum’da. Erzurum balı, Anzer balı kadar kaliteli ve kıymetlidir. Tabi bu yıl yaşanan aşırı kuraklık hem bal üretimini olumsuz yönde etkiledi ve hem de hayvancılıkla uğraşanları ciddi sıkıntıya soktu.
Doğadaki bu zenginlik, Allah vergisi bu çeşitlilik ve kalite üretilen bala, süte, dolayısıyla tereyağına, peynire ve hatta ete de yansır.
Bir tarih şehri olan, son bulgularla kuruluşu milattan önce 5 binli yıllara kadar uzandığı bilimsel olarak da kanıtlanan, topraklarının farklı milletlere yurt olduğu Erzurum’un “bir tarih şehri” olduğunu şehrin kendisi; dağı, bağı, ovası, vadisi, buralarda rastlanılan kalıntılar, kaleler, kiliseler söyler.
Bu nedenle Erzurum, tüm araştırmacılara, bilim insanlarına, doğa tutkunlarına, fotoğrafseverlere bolca güzellik ve kalitede malzeme takdim eder. Benim de fotoğrafa sevdalanmamın altında Erzurum’un bu güzellikleri ve tarihi dokusunun zenginliği, kalitesi ve hatta gizemli hali yatar.
Aslında fotoğrafçılık; böyle çok şeyin anlatıldığı bir söyleşinin satır aralarına sıkıştırılmayacak kadar önemli bir konu. Ne demek istediğimi, elinden bir zamanlar fotoğraf makinesini düşürmeyen birisi olarak sen de bilir ve takdir edersin.
5 Şiir yazma nasıl bir duygu? Şiirlerinizde hangi özellik öne çıkıyor. Şiirlerinizi seslendiriyorsunuz, bunlar sanırım uğraş isteyen işler. Şiirlerinizi nerde seslendiriyorsunuz?
Son yıllarda bende bir de şiir merakı peyda oldu. Şiir yazmıyor, yazmaya çalışıyorum. Bu, benim şair olduğum anlamına gelmez. Eğer birkaç satırı, mısraı art arda sıralayan birisi olarak kendime “şair oldum” gözüyle bakarsam, şairlere, o güzel ruhlu insanlara saygısızlık etmiş olurum.
Bazen insan duygu seline kapılır ya… İşte ben hele de sessizliğin içine gömülmüşsem, o ara aklıma birşeyler de gelmişse yazar, beğendiklerimi haddimi aştığıma inanarak seslendiririm.
Şiirlerimi evde bazen cep telefonuna, bazen küçük bir ses alma cihazına okuyarak kaydeder, bilgisayar ortamında düzenleme yapar, bir fon müziği ekler ve Erzurum görüntüleri eşliğinde yayınlarım.
Keşke stüdyo imkanı bulabilsem, keşke kullandığım cihazlar son teknoloji ürünü olsa! O vakit ortaya çok daha güzel çalışmalar koyabilirim.
İşin özünde sevgi yatıyor. İnsan işini severek yapmalı, ama seveceği bir işi yapmalı. Kimi insan vardır ki, sevdiğini alamaz, ama sonrasında aldığını sever, ömrünün geri kalanında mutlu ve bahtiyar yaşar.
Tabi bu söylediklerim, işsizliğin yaşanmadığı, okulundan mezun olan gençlerin kolaylıkla iş bulabildiği, belki birkaç alternatif iş imkânı arasından birini tercih ettiği bir masal ülkesi için geçerli olabilir.
Şimdi böyle bir imkândan gençler ne yazık ki mahrumlar. Çoğu genç insan “ne iş olursa yaparım” diyor. Bu nedenle sevdiği işi bulma ve yapma imkanı bulanları ben oldukça “şanslı” görüyorum. Bir gün bu ülkenin çocukları, gençleri o güzel günleri yakalayacak. Buna gönülden inanıyorum. O günlerin çok çabuk gelmesini diliyor, bana duygu ve düşüncelerimi paylaşma imkanı tanıdığınızdan dolayı size teşekkürlerimi sunuyorum.
GELELİM en renkli yönünüze, Çok sayıda Fotoğraf albümü yayınlamış, sergiler açmış ender fotoğrafçılarımızdansınız. Erzurum’un bütün renkleri kameranızdan bize ulaşıyor, gidemediğimiz yerleri, görmediğimiz güzellikleri bizlere en güzel şekilde ulaştırıyorsunuz. Sadece Erzurum’un içi ve klasikleşmiş Birkaç tarihi eser etrafında dönüp durmuyor, tekrar tekrar aynı fotoğraflarla insanları bıktırmıyorsunuz. Bir bakıyoruz Narman’dan, bir bakıyoruz, Oltu’dan, bir bakıyoruz, Ejder tepesinden, Nerdeyse Erzurum topraklarında ayak basmadık yer bırakmadınız. Fotoğrafçılık sizde bir sevda. Bu konuda neler söyleyeceksiniz?
Yeri gelmişken söyleyeyim; ben fotoğraf sanatçısı değil, bir gazeteciyim. Tabi fotoğraf da çekiyor, çektiğim ve arşivlediğim fotoğraflardan yararlanarak fırsat buldukça Erzurum’u tanıtan kitap ve dergiler yapıyorum.
Şimdiye kadar Erzurum’u çeşitli yönleriyle anlatan 5 kitap yayınladım. O kitapların ilk olanı hariç geride kalanları “anahtar teslimi” çalışmalardır. Yani fotoğrafı çeker, yazılarını yazar, başlık ve spotlarını hazırlar, sayfa tasarımını yapar, malzemeyi belli bir düzen dahilinde yerleştirir, dolayısıyla çalışmayı baskıya hazır hale getirir, matbaacıya teslim ederim.
Bu konuda çok iddialı olduğumu söylersem, umarım ayıplanmam. İki üniversitesi bulunan bir şehirde yaptığım işin benzerini “tek başına” yapabilecek bir akademisyen var mıdır, bilemem!
İşini iyi yapmaya, o işin hakkını vermeye çalışan bir insanım. Koşmaktan, koşuşturmaktan pek yorulmam. Bundan dolayı kent merkezinde yer alan ve kolay ulaşılan tarihi mekânlarından çok, ilçeleri, ilçelerin bakir kaldığına inandığım köşelerine uzanmayı, oraları görüntülemeyi çok severim.
Her biri başlı başına bir büyük potansiyel olan Erzurum’un ilçelerini, o ilçelerin dağlarını, yaylalarını, ovalarınız gezmeye çıktığımda, yanımda fotoğraf makinem de varsa, dünya ile bağım kopmuş demektir. Öyle ki çoğu zaman çalan telefonun sesini bile duymam. Bu konuda beni arayanlardan, sevenlerimden çok eleştiri almışlığım vardır.
Havanın durumunu, ışığı, geceyi, bazen zifiri karanlığı gözeterek fotoğraf çekmeye çalışırım. Benim için ilçe, köy farklılığı yoktur, şehrin sınırları içinde kalan her yer Erzurum’dur.
Çok da hoşuma gitmeyen garip bir yanım var. Başka şehirlere, ülkelere gitmişliğimiz illa ki olmuştur. Oralarda da fotoğraf çekerim. Ana Erzurum’un bir köyünde çektiğim fotoğraftan aldığım tadı, lezzeti, duyduğum mutluluğu mesela İstanbul fotoğraflarında bile bulamam.
Bana Erzurum yetiyor. Bu konuda son söz olarak bu konuda şunu söyleyeyim: Belki 25 yıldan beri (Foto muhabirliği hariç! Çünkü o işi 40 yıldır yapıyorum.) Erzurum’un güzelliklerine objektifini çevirmiş bir insanım. Hal böyleyken, bu kadim memleketin dörtte birini ancak resmetmeyi başarmışımdır. Erzurum’un geride görüntülenmeyi bekleyen daha onlarca gizemli köşesi var. Buna bakmak lazım.
SİZİN azminizi renkli kişiliğinizi gençler örnek allıyor. Pek çok fotoğrafçı genç arkadaşımız için bir örnek ve rehber oldunuz. Gençlere neler tavsiye edersiniz? Bunu genç gazeteciler ve muhabirler içinde sormuş olayım.
Gazetecilik belki çok zor değil ama, sorumluluğu son derece büyük, dikkat ve fedakârlık gerektiren bir iştir, zorla, hele de zorlamayla asla yapılmaz ve hatta yapılamaz!
Gazeteciliği kendisine meslek olarak seçen kişi, hemen her alanda az-çok bilgi sahibi olmak zorundadır.
Kendini savcı ya da hakim gibi görmemesi gereken gazeteci haberini yazarken doğru, anlaşılabilir cümleler kurmalı, imla kurallarını; noktanın, virgülün ve diğer işaretlerin nerede ve nasıl kullanılacağını bilmelidir.
Foto muhabirleri de konuyu anlatabilecek en iyi açıdan bakarak fotoğraf çekmek zorunda olduklarını bilmelidir.
İyi bir gazeteci olmak için çok çalışmak, okumak, kuralına göre; okuyucunun aradığı soruların cevaplarını vererek, tekrara düşmeden, fazla yabancı kelime kullanmadan, anlaşılabilir bir dille haberi yazmak şarttır.
Gazetecinin işe başlama saati bellidir, ama mesaisinin bitiş saati çok da belli değildir. Gündemin durumuna ve hareketliliğine göre gazeteci gece geç saatlere kadar çalışabilir.
Toplumun haber alma ve bilgilenme ihtiyacını karşılayan, aynı zamanda kamuoyunun oluşmasına katkı yapan gazeteci, haberciliği objektif bir bakış açısıyla ve tarafsız şekilde yapmak zorunda olduğunu bilmelidir.
Gazetecinin hata yapma lüksü yoktur. Arşivlerin, gazetecilerin yaptıkları yanlı ve yanlış haberler yüzünden yaşanan tatsız olayları yazan gazetelerle dolu olduğu unutulmamalıdır.
Haber; yayından fırlayan bir ok, namlunun ucundan çıkan bir kurşun gibidir.
Yaptıkları haberlerin altına imzalarını atan ve geri dönüşü olmayan yola giren gazetecilerin sorumluluklarının bilinci içinde, ülkenin ve milletin çıkarlarını gözeterek hareket etmelerini şiddetle öneriyor, diliyor; düşüncelerimi dışa vurma fırsatı verdiğiniz için de size çok teşekkür ediyorum. erzhaber