Dolar 32,3292
Euro 35,0378
Altın 2.280,52
BİST 8.996,02
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Erzurum 13°C
Az Bulutlu
Erzurum
13°C
Az Bulutlu
Cum 13°C
Cts 15°C
Paz 16°C
Pts 16°C

YILDIRIM’DAN YENİ BİR ÖYKÜ: BABOŞ!

YILDIRIM’DAN YENİ BİR ÖYKÜ: BABOŞ!
26 Ağustos 2020 20:16 | Son Güncellenme: 31 Ağustos 2020 17:57

UZUN, beyaz kirpiklerinin altından iki damla gözyaşı döküldü. İri, beyaz kafasının aksine vücudu sarı – beyazdı. Son 15 günde çok zayıflamıştı. 3 yaşında ve 700 kilo ağırlığındaydı. Şimdi ise 250 kiloya düşmüştü Baboş. Baboş ağlıyor, ben ağlıyordum.

Ahırın sol giriş kanadının sonu Baboş’undu. Diğer hayvanlardan ayrıydı yeri. Simental cinsi tosundu Baboş. Doğumunu görmüştüm. Anası doğumdan hemen sonra diliyle yalamıştı, hayat vermişti. Ayaklarının üzerinde 3 kez durmaya yeltenmiş, ama düşmüştü. Dördüncüsünde ayaklarının üzerinde kalmayı başarmıştı. İki çocuğum vardı. Üçüncüsü de ‘Baboş’ olmuştu. Baboş ahırdaki 50 inekle yazın merada çiftleştirilmişti. Diğer ineklerle de cilveleşmişti. Şimdi ise kaderin cilvesi, Baboş’u dövme çelikten yapılmış bıçağın önüne getirmişti. Çok değil geçen yaz köyün merasında otlatıyordum. İki dost, iki sırdaş, iki arkadaştık. Birbirimizi anlıyorduk. Yaylada bulutların altında serinlemiş, yağmurda ıslanmıştık. Taze yonca ve ot kokusu sarhoş ediyordu Baboş’u. Temmuz güneşinin kavurduğu merada Kurt Yatağı Deresine kadar yürüyorlardı. Gözenin soğuk suyu coşturuyor, hayat veriyordu. Benim ise heybemde, tandırda pişirilmiş ekmek, göğermiş kerti lor bulunurdu. İste kararmış demliği göze suyu ile doldurur, çayımı demlerdim. Baboş, filinta bir yiğit gibi merada otlarken, ineklerle cilveleşirken, ben kıtlama şeker ile çayımı yudumlardım. Büyük bir heyecan ve gururla Baboş’u izlemekten keyif alırdım. Köyün yerli ırk, zayıf, çelimsiz, bodur diğer inekleriyle az mı cilveleşip, çiftleşmişti… Melez yavrularını az mı sevmiştim.

15 gündür yatak yüzünü unuttum. Ahırda ahşap sandalye üzerinde uyuyordum. Şehirden iki veteriner hekim getirttim. İkisinin de teşhisi aynı oldu. 30 yıllık hayvancılık yapıyorum. İlk kez bir hayvanın kanser olduğunu duydum; Brucella, Afrika Ateşi, Şap hastalıklarını biliyordum ama… Baboş gırtlak kanseriydi. Bu hastalık insanlarda olurdu. Köy yerinde herkesin, her ailenin bir lakabı vardı. Korların Mehmet’te 47 yaşında gırtlak kanserine yakalanmıştı. Üç yıl bu hastalıktan çektikten sonra geride 4 çocuk ve dul bir kadın bırakarak ölmüştü. Veteriner Hekim Gamze Hanım “Hayvanınız gırtlak kanseri. Belirtileri bunu gösteriyor. Yazdığım bu ilaçları verin. 15 gün içinde sağlığı düzelme göstermez ise kesin. Yazık bu güzel hayvan murdar olmasın. Bu yazdığım serumu da sürekli verin…” demişti.

Geçen yıl çayır biçme dönemi Ramazan ayına denk gelmişti. Güneşin altında oruçlu bir şekilde çayır biçip, tırpan sallarken Baboş üzerine hayaller kurmuştum. Baboş’u iyi bir fiyata satacaktım. Satmaya kıyamıyordum. Ama sonuçta hayvancılık yapıyordum. Evimin, çocuklarımın geçimi buna bağlıydı. “Hem sev, hem sat; bu nasıl şeydi…”

Dışarıda lapa lapa kar yağıyordu. Ahırın kokusu giysilerime, üzerime, saçlarıma sinmişti. Baboş, tam 15 gündür bir şey yemiyordu. O çok sevdiği yoncayı yiyor, ardından kusuyordu. Bir insan gibi kusuyordu. İçtiği suyu bile geri çıkarıyordu. Ardından gözlerinden yaş geliyordu. Hayvanlar da ağlardı.  2 yaşındaki oğlum gibi Baboş’un ağladığını ilk kez görüyordum. Beyaz, iri kafasını halsizce geriye doğru çeviriyor, öylesine çaresiz ve sessizce bakıyordu. Ardından da gözlerinden yaş geliyordu. Buna dayanmak zordu. Ne olurdu 87 yaşındaki; köyün en yaşlısı Toppik Rasim Dayı, tosunumun yerine ölseydi. O da kanserdi… Hasta ve yaşlı bir insanın yerine, gücünün zirvesinde bir hayvanın ölmesi olacak şey miydi?

Ahşap sandalyemden kalktım. Baboş’un biten serumunu değiştirdim. Baboş’umun, pehlivanımın zayıflamaktan kemikleri ortaya çıkan kaburgalarının üzerini, sırtını tımar ettim.

“Baboş’um, yiğidim, oğlum nazar mı değdi sana? Gözü olanın gözü çıksın.” Patos edilmiş buğday sapından saman ve kurumuş yoncayı Baboş’un önüne ıslatıp koydum. Baboş; ‘Ölüyorum, yiyemediğimi gördüğün halde neden önüme bunları koyuyorsun?’ der gibi başını çevirip gözlerini gözlerime dikti. Ceylan gözlerinden dökülen yaşlar yüreğimdeki yangına benzin oldu. Baboş’uma sarıldım, gerdanını okşayarak hüngür hüngür ağladım. Utanmadım. Erkekler de ağlar. Bunca yıl birçok tosunum olmuştu, hiç biri Baboş kadar candan olmamıştı. Baboş’un bakımını ağabeyim ve ben yapıyorduk. Baboş ölüyordu. Kanserdi. Ölüm ve kanser… Ne kadar soğuk, yalın ve acı verici iki gerçek. Baboş güçlüydü, atlatırdı kanseri. Birazcık o çok sevdiği yoncadan, buğday sapından samandan yesin, gücünü toplasın. Yeniden semirirdi.

Ahırın tavan köşesindeki yuvasından paçalı güvercin kanatlandı.Boşlukta peş peşe üç takla attı. Ahırın zeminine indi. Yerdeki buğday tanelerini gagaladı. Ahırdaki diğer inekler ise bağlı bulundukları müsürlüğün önünde yattıkları yerde geviş getiriyor, ara sıra ‘mö’lüyorlardı. İneklerin hiç umurunda değildi Baboş. Baboş yavaş yavaş ölüyordu. İnekler ise zaman zaman Baboş’a doğru başlarını çeviriyor, anlamsız şekilde bakıyorlardı. Kaç yavru vermişti bu inekler Baboş’a… Şimdi ise Baboş bir yabancıydı onlar için…

Kasımın son günleri. Dışarıda soğuk hava hakim. Kar serpiştiriyor. Ahırın toprak damındaki ahşap küçük pencere camının üzerinde kar birikmeye başladı. Ahırda zaman durmuş gibiydi.

Sarı ampulün aydınlattığı ahırda çaresizlik hakimdi. Kurtların kemirdiği ahırın ahşap kapısı gıcırdayarak açıldı. İçeriye Faik Ağabeyim girdi. Önce ben, sonra Baboş kapıdan girene baktık. Ağabeyimin gözlükleri ahırın sıcaklığı ve nemiyle puslanmıştı. Baboş’a düşkünlüğümü biliyordu. ‘Haydi git biraz yat, dinlen. Baboş’un başında biraz da ben bekleyeyim” dedi. Bu sırada Baboş’un ağzından sarı su geldi. Kustu. Dönüp bana ve ağabeyime baktı. ‘Yeter artık dayanamıyorum. Kesin beni. Siz de ben de çektiğimiz acıdan kurtulalım” dercesine yattığı yerden doğrulmaya çalıştı. Gücü tükenmişti, doğrulamadı. Sarı püsküllü kuyruğunu veda edercesine, el sallarcasına salladı… Başını yere koydu.

Baboş ölümün kıyısındaydı. Ya mundar olacaktı ya da kesilip benim damarlarımda yeniden hayat bulacaktı. Ağabeyim Faik “Baboş’un durumu iyi değil. Baksana yerinden bile doğrulamıyor. Kesmezsek mundar olacak mübarek. Baboş’un yavruları var. Onlardan birisine yine bakar, beslersin. 700 kilogramlık hayvan 200 kiloya düştü. Eğer kesip etini satmazsak zarar ederiz. Bir hayvan için bu kadar üzülme, kendini helak ettin. Sabaha kalmaz ölür bu hayvan. Hemen keselim. Ben gidip içeriden bıçak, ayaklarını bağlamak için halat getireyim. Sen de yeter artık ağlamayı kes.” diyerek ahır kapısından çıktı.

Çelikten dövülmüş sürmene bıçağını geçen hafta gazyağı dökülmüş bileyi taşında bilemiştim. Hiç aklıma gelmemişti Baboş’u bu bıçakla keseceğim. Baboş şimdi ahırın ortasında ayakları bağlı yatıyordu. Ağabeyim, amcamın oğulları Seyfettin ve Nurettin kesime yardım için gelmişti. Son kez Baboş’un o güzel beyaz kirpiklerinin sakladığı gözlerine bakmak istedim. Yüreğim el vermedi. Müsürlükteki zincir boyun bağını çözdüm. Gözlerini anamın oyalı mavi yazmasıyla bağladım. Ahırın ortasına güçlükle Baboş’umu taşıdık. Koca pehlivan, koca Baboş hareket edemiyordu. Başını kıbleye doğru çevirdik. Duasını okuyup,

çelikten dövülmüş bıçağı boğazına vurdum. Debelendi. Kırmızı kanı oluk gibi akarken, gözyaşlarım kanın üzerine damladı… (7.03.2017)

                                             SON

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.