Dolar 32,5885
Euro 34,8412
Altın 2.508,17
BİST 9.693,46
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Erzurum 20°C
Az Bulutlu
Erzurum
20°C
Az Bulutlu
Cts 16°C
Paz 18°C
Pts 19°C
Sal 22°C

BİR YILDIRIM ÖYKÜ: AĞABEYİMİN ÖLÜMÜ

BİR YILDIRIM ÖYKÜ: AĞABEYİMİN ÖLÜMÜ
13 Ağustos 2020 03:15 | Son Güncellenme: 13 Ağustos 2020 08:58

 “ANNE, ağabeyimin mezarda saçlarını kim tarayacak, kim mezarda yemeğini verecek? Cennetin gökyüzünde uçurtma uçuracak mı ağabeyim” sorularını annemin karnına minik yumruklarımı savurarak sormuştum, ağlıyordum. Yaşadığım yas, acımı saldırganlığa dönüştürmüştü.

Ağabeyimi çok seviyordum. Aramızda iki yaş vardı. Demir karyolada birlikte yatıyorduk. Karanlıktan korktuğum için uyurken duvar dibinde uyuyordum. Ağabeyim ise yatağın kenarında. Soğuk kış gecelerinde yorganı üzerinden çekip almasına sinir olurdum; üşüyerek uyanır, yün yorganı öfkeyle söylenerek üzerine çekerdi ağabeyim. Yün yorganı paylaşamadığımız çok olurdu. Ağabeyim yorgana sarılıp yatmayı çok seviyordu. İkimizin de hayali ranzada yatmaktı. Ben üstte, ağabeyim altta yatacaktı. Gelecek yıl babam ranza alacaktı, hem de en iyisinden. Şimdi ise karanlık odada tek başıma duramıyor, gece ışıklar söndüğünde uyuyamıyordum. Ağabeyim Mahir ile birlikte sırt sırta verip uyuduğumuz yatağa girmek istemiyordum. Yatakta, yorganda, yastıkta, evin her bir köşesinde ağabeyimin kokusu vardı. Gece olunca hatıralar sökün ediyordu. Benden 3 yaş küçük Adem ise olan bitenlerden habersiz arkadaşlarıyla odanın köşesinde oynuyordu.

Bahar gelmişti. Çevredeki dağların ve ovanın karı erimeye başlamış, köyün kenarındaki derenin suları coşmuştu. Sonbaharda kuruyan dere yatağı, nisan ve mayıs ayında eriyen kar sularıyla hırçın akmaya başlamıştı. Köyün gençleri bile bahar aylarında derenin karşısına geçmeye çekinirdi. Taşkın dere suyu benim diyen baba yiğidi kaptığı gibi götürürdü. Yüzme bilmek bile fayda etmezdi. Dibi taşlık ve kayalık dere ancak haziranın ortalarında sakinleşirdi. Temmuz ve ağustosta kururdu. Sonbahar yağmurlarıyla yeniden canlılığına kavuşurdu. Otlar yeşermiş, aylardır ahır ve ağıllarında kapalı kalan koyun ve inekler de yeşilliklere yayılmıştı. Derenin çevresinde martta kardelenler, ardından mayıs haziranda papatyalar, menekşeler, sümbüller boy vermişti…

Uzun kışın ardından çocuklar baharla kendilerini dışarı atmıştı. 50 haneli köyde çocuklar kadar yetişkin ve yaşlılar da ev ve ağılların toprak damına güneşlenmek için çıkıyordu. Çocuklar damlarda bilye oynayıp, topaç çeviriyordu. Zaman zaman damların çökmesiyle bazı küçük çaplı yaralanmalar da olmuyor değildi. Toprak yollar çamurdan, koyun ve inek pisliğinden geçilmezdi. Kışın toprak damlar karın ağırlığıyla çökmesin diye yağışın ardından tahta kürekle temizlenirdi. Kış boyunca kürünen damların karından ev ve hayvan barınaklarının önünde tepecikler oluşurdu. Bu tepeciklerin üzerinde naylonla veya kızakla kayardı çocuklar. Bazen de kürekle içini oyarak yaptıkları evin içinde oyun oynarlardı.

Ağabeyim Mahir ile uzun kış gecelerinde ne çok oynardık. O derslerine çalışırdı, ben ve Adem merakla ağabeyimin kitap ve defterlerini karıştırır, bazen de  zevk olsun yırtardık, renkli kalemler ile o beyaz defter sayfalarına resimler çizmekten zevk alırdık. Bu zevkli anların sonunda ya kulağımın tozuna şamar yerdim ya da annem ve babamdan, “Mahir’in defter ve kalemlerinden uzak durun. Öğretmeni ağabeyinizi defter ve kitaplarını çizdiğiniz için kızıp, sınıfta bırakır.” diyerek sert bir üslupla ikaz ederdi. Ağabeyim ise ağlayarak okkalı bir şamar atar, ardında da küserdi.

Şimdi ağabeyim yok. Eriyen kar sularının coşturduğu derenin suları alıp götürdü onu bizden. Annem kaç kere tembih etmişti bize, “Dereden uzak durun. Derenin kenarında oynamayın. Su alıp sizi götürür. Hafazanallah boğulursunuz.” sözleri yaşanacak acının habercisiymiş meğer. Üç numaraya vurulmuş saçlarının ortaya çıkardığı kepçe kulaklarıyla nanik yaparak, beni ve Adem’i ne çok güldürürdü.

Derenin kenarında eski gazete kâğıdıyla yapılmış uçurtma uçuruyordu ağabeyim ile arkadaşı Sedat. Rüzgârı karşılarına almış uçurtmalarını uçururken ağabeyimin uçurtması rüzgârın aniden ters esmesiyle dereye düşmüş. Uçurtmanın kuyruğu su üzerindeki bir çalının kırıntısına takılmış. Uçurtmanın kuyruğunu kurtarmak için buz gibi  azgın suyun kenarına adım atmış. Bu sırada balçık toprakta ayağı kayıp dereye yuvarlanmış. Pusuda bekleyen düşman, bir canavar gibi azgın sular ağabeyimi götürmüş. Ağabeyim, ‘İmdat’, ‘Sedat beni kurtar’ diye çığlık atmış, Sedat ise suyun kenarında şaşkın halde bir o tarafa bir bu tarafa koşmuş, çaresizlik içerisinde, gözyaşları arasında “Yetişin Mahir’i su götürüyor!. Mahir  boğuluyor’!…” çığlık atmış. Ağabeyimin suya kapıldığını duyan dere kenarına koşmuştu. Azgın sularının kaptığı ağabeyimin uçurtması  ise ileride bir çalıya takılmış halde duruyordu. Ağabeyim çırpınarak, çığlıklar içerisinde coşkun suya kapılıp kaybolmuştu. Ben ise şaşkın, üzgün, korku içerisinde kalabalığın arasında yaşananları izliyordum.

Annem evde çamaşır yıkamak için sobada su kaynatıyordu. Adem annemin yanında tekerlekleri olmayan oyuncak kepçesiyle oynuyordu. Babam sabah şehre inmişti. Canı sıkılıyordu köy yerinde.  Köyümüzde kahvehane yoktu. Şehir merkezinde çoğunlukla köylülerimizin takıldığı dar sokaktaki havasız kahvehaneye gidip akşamları dönüyordu babam. Çay, sigara ve okeyle günü akşam ediyordu. O gün de babam erkenden minibüsle şehre gitmişti. Ben, ağabeyim ve Adem ise evdeydik. Cumartesi günü olduğu için okul tatildi. Ağabeyim de Sedat’la uçurtma yapıp uçurmaktan mutlu oluyordu. Gökyüzünü seviyordu. Ağabeyim pilot olacaktı. Babam bir gün üzerinde Türk Hava Kurumu’nun amblemi bulunan defterlerinden bir kaç tane bana ve ağabeyime hediye etmişti. THK Erzurum Şube Başkanı babamın arkadaşıymış. Babam “Mahir seni okutup pilot yapacağım. Bak bu defterleri veren Recai amcan, pilot yetiştiren Türk Hava Kurumu’nun müdürü ve benim de iyi bir arkadaşım. Çayını içmeye gittiğimde seni sordu. Yaz tatilinde seni maket uçak kursuna göndereceğim. Recai amcandan sözünü aldım.”

 “Keratayı yaz tatil  döneminde gönder. Maket uçak yapmayı öğrensin. Ardından da planör ve paraşüt kursuna havacılık eğitim kampına gönderirim. Mahir’den cevval havacı olur” demişti Recai Amca. Pilotluğa ilk adımını gazete kağıdından uçurtma uçurmak, ikinci adımını ise maket uçak yapmakla gerçekleştirecekti. Ardından okuyup pilot olacaktı ağabeyim.…

Köyün çocukları korku, heyecan içerisinde evimize bağırarak girdi. “Hatice Eze  yetiş! Mahir’i dere götürdü! Mahir boğuldu, öldü!’ Annem sobanın başında elinde yıkanmış kurumak üzere mavi leğen içerisinde ipe asılmayı bekleyen nevresimler ile öylece dona kaldı. Neden sonra “Mahir’im! Oğlum! Mahirim” çığlıklarıyla başı açık, yalın ayak dereye koştu. Yolda bazı köylüler anamın koluna girmek, onu teselli etmek istedi, ama olmadı. Annem derenin erimiş buz gibi kar sularının kenarında, ‘Oğlum nerede? Oğlumu bana verin! Mahir’imi gösterin. Aslanımı, oğlumu ne yaptınız? ” çığlıkları arasında kendinden geçti. Muhtar, Cesim Amca, Tarık Ağabey, Mecbure Teyze bütün köy kısa sürede coşkun akan derenin kenarındaydı. Gençler, derenin aşağısına doğru bütün hızıyla koşuyor, ağabeyimi bulmak için çabalıyordu. Muhtar hemen, cep telefonuyla jandarmayı aramıştı. Jandarma, arama kurtarma köpeğiyle köye intikal etmişti. Kısa zaman sonra balık kıyafetli adamlar da köye gelmişti. Dere kenarında olan aşağı köyün muhtarına da telefonla hemen haber verildi. Çevre köylerde suya kapılan ağabeyimi bulmak için seferber olmuştu. Babam, şehirden haberi almış, Necmi Dayı’nın otomobiliyle köye gelmişti. Dağ gibi adam olan babam ağlıyordu, çığlık atıyordu, yaprak gibi titriyordu. Olayın tam olarak nerede, nasıl gerçekleştiğini öğrenmek için, jandarma komutanı, Sedat’tan bilgi alıyordu. Babam, anneme o çaresiz, zavallı kadına, ‘Oğluna niye sahip çıkmadın? Oğlumu ne yaptın kadın? Senin çamaşırına da sana da lanet olsun! Oğlum nerede?” derken gözyaşlarına hakim olamıyordu. Bedeni de sesi de sıtmalı gibi titriyordu… Babam öfke ve acıyla milletin içerisinde anneme tokat attı. Ardından çığlıklarıyla yürek dağlayan anneme sarıldı. Annem, babamın kollarında bayıldı. Ben de ağlıyordum. Adem ise çorapsız giyindiği kara lastiklerinin içerisinde üşümüş, kızarmış ayaklarına nispet yaparcasına bizi şaşkın bakışlarla izliyor, olup biteni anlamaya çalışıyordu. Sivil savunma arama kurtarma ekipleri özel giysileri ile soğuk suya giriyor, ellerindeki metal çubuklar ile bulanık akan derenin taş ve kayalarla kaplı dibinde ağabeyimi arıyorlardı. Yer ve gök arası annemle babamın çığlıklarına teslim olmuştu. Siren çalarak köye gelen ambulansın içinden inen hemşire anneme sakinleştirici iğne yaptı. İğnenin etkisiyle o çığlık atan, asi bir kısrak gibi sulara saldıran annem gitmiş yerine gözleri donuk, tepkisiz bir kadın gelmişti. Babam, sakinleştirici iğne yaptırmamıştı, direnmişti. Acıyı erkekçe, mertçe, yiğitçe karşılamaya çalışıyordu. Güneş karşı dağların ardına çekildikten, yıldızlar ortaya çıktıktan sonra da arama çalışmaları devam etti. Düştüğü yerden Aras Nehri’ne kadar olan 10 kilometre uzunluğundaki alanda ağabeyimi arama çalışmalarına çevre köylüler de katılmıştı. Arama kurtarma köpeğine ağabeyimin evden getirilen okul önlüğü koklatıldı. Köpek kokuyu aldıktan sonra, derenin çevresinde asabi şekilde koşturmaya başladı. Peşinden de jandarmalar gitti. Geceyi nasıl geçirdiğimiz hatırlamıyorum. Üşümüştüm, acıkmıştım, ağlamaktan yorgun düşmüştüm. Sabri dayımın eşi Nadime yengem beni ve diğer çocukları evlerine götürmüştü. Dayımın büyük oğlu da arama çalışmalarına katılmıştı. Ben ve dayımın küçük oğlu Mehmet, önceki yıl yaptırılan kargir evin küçük odasında üzerimize örtülen battaniyenin altında uyumuştuk. Dışarıdan insan sesleri, araç gürültüleri geliyordu.  Horoz sesiyle uyandım. Kalktım elimi yüzümü yıkamadan dışarı çıktım. Güneşin ilk ışıkları karşı tepenin üzerine düşmüştü. Jandarma aracının tepe lambası  yanıyor, ambulans içindeki hemşireler şoför mahallinde oturmuş sigara içiyordu. Dayım, amcam, babam, muhtar ve komşular koşuşturmaca içindeydiler. Köyün kadınları annemi evimize götürmüşler gece boyu annemin ağlamasına eşlik etmişler. Kimi kadere isyan etmiş, kimi umut vermişti. Annemin ağlama sesleri dışarıdan duyuluyordu. Evimize girdim. Annem oturduğu yerden kalktı beni şiddetle bağrına bastı, yüzümü, saçlarımı öpüp koklayarak, “Ayhan’ım ağabeyin Mahir’i kaybettik. Sulara verdik Mahir’imi. Mahirim ilk gözağrım, yiğidim, aslanım, oğlum, koçum neredesin, duy sesimi. Geceler boyu ninni söylediğim, gözümün nuru Mahir’im hangi kuytudasın… “  ağıtları yakıyordu. Annemin ağlaması beni de ağlatmıştı, birlikte ağlıyorduk. Annemin başında o güne kadar görmediğim siyah başörtüsü vardı. Annem mi, yoksa komşular mı takmıştı bilmiyorum. Evimizin kapısını dışarıdan muhtarın genç eşi açtı. Gözleri yaşlıydı. Patavatsızca, “Hatice candarmalar oğlanı bulmuş. Durumu biraz ağırmış. Ambulans da ben gelirken oraya gidiyordu.” dedi. Annem beni kucağından attığı gibi oturduğu yerden doğrulup dışarı fırladı. Köyün kadınlarıyla birlikte ben de annemin peşinden koşarak ağabeyimin bulunduğu yere doğru gittim. Ambulansın, jandarma arabalarının, sivil savunma arama kurtarma araçlarının tepe ışıkları yanıp sönüyordu. Koşturmaca, gürültü arasında babamın ortalığı inleten çığlığını işittim. Annem babamın yanına varmıştı. Birbirlerine sarılıp ağladılar, toprağa iki çınar gibi devrildiler. Jandarma, ağabeyimin cesedini teşhis ettirdikten sonra sağlık görevlileri siyah bir torbanın içine ağabeyimin minicik cesedini koyup, ambulansla götürdüler…

Kıyısında yazın çocukların kâğıttan gemi yüzdürdüğü, kadınların, yün yıkadığı, gençlerin yüzdüğü Aras nehrinin kollarından birisi bu sefer ağabeyimi bizden kopardı. Ulaştığı yere hayat ve bereket götüren su bu sefer ölüm getirdi. Ağabeyimden, canımdan ayırdı. Artık aynı yatakta sırt sırta uyuyacağım ağabeyim yok. “Babamın “Oğlum balıklara yem olmadı. Şükürler olsun bir karış toprak nasip oldu oğluma. Ya cenazesini bulamasaydım, su götürüp kurda kuşa yem olsaydı çıldırırdım. Oğlumun bir mezarı var. Suya hain Aras’a oğlumu bırakmadım” sözleri zihnime silinmemek üzere kazındı.

Şehir hastanesinde yapılan otopsinin ardından aynı gün ağabeyimin körpe bedenini ikindi namazında köy kabristanında toprağa verdik. Yüreğimin yarısı toprağa karıştı. Babam erkeklerin, annem kadınların taziyelerini kabul etti. İlk kez ölümle tanıştım. Ölüm denilen zalimin bana ve aileme dokunmasına, yüreğimizi kanatmasına şahit oldum. Karşısında güçsüz ve çaresiz kaldığım ölüm canımdan can kopardı.

Mahir Ağabeyimin tabutunu ikindi vakti bir kuş hafifliğinde mezarına kadar omuzlarda taşıdık. Bir tohum gibi ağabeyimi mezarına bıraktık. Gece babam, amcam ve dayım nöbetleşe kabristana gidip mezarın başında nöbet tuttu. Kurt, ayı gelip mezardan ağabeyimin cesedini çıkarıp yemesin diye. Köyün çevresinde kurt ve ayı çokça bulunuyordu. Aç kalan bu canavarlar mezardan ölüyü çıkartıp yediklerini kulaktan kulağa duymuştum. Yaşım küçük, acım yaşımdan büyük. Ağabeyimin ölümünden annem sorumlu. Annem o gün çamaşır yıkamayıp ağabeyime sahip çıksaydı bugün belki ağabeyimle sırt sırta aynı yatakta yatıyor olacaktık…

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.